Uzun zamandır yazmak istediğim bir yazı bu.
Yazmayı çok seven, koşmayı da çok seven biri olarak, koşuya dair bir şeyler yazma vaktimin gelmesini uzun süredir bekliyordum. Aslında itiraf etmek gerekirse, blogun “yemek blogu” görünümünden biraz uzaklaşıp “iyi yaşam” blogu haline gelmesini en çok koşuyla ilgili yazabileceğim için istedim. İyi beslenmek, yemek yapmak, yaptıklarımı paylaşmak, yediklerimden keyif almak hayatımın önemli bir parçası olsa da, bir parçam daha var ki uzun bir süredir onsuz yapamıyorum. Hayatımın tam merkezinde kendine yer edinmiş olan egzersiz, özellikle de koşu…
Oysa “Ben koşamam” diyenlerden biriydim.
Deselerdi ki bana, “Sibel sen bir gün yarı maraton, hatta maraton koşma hayali kuracaksın ve bunu gerçekten yapabileceğine inanacaksın” diye… Epey bir güler, “Yok canım, daha neler…” derdim.
Peki, ne oldu da “koşamam” diyen bir kız maraton hayali kurmaya başladı?
Bana ilk ilhamı, sevgili Yonca Tokbaş (@4yaprakliyonca) vermişti. Women’s Health’e yazdığı ilk maraton hikâyesini okurken heyecanlanmış, onu çok takdir etmiş, “bir gün ben de yapabilirim”i içimde ilk o zaman hissetmiştim. Ya da bu hayali bilinçaltıma atmıştım diyeyim. İlk 5 kilometremi ise bundan birkaç yıl sonra, 2015 ilkbaharında İstanbul’da düzenlenen Nike Women’s 5K organizasyonunda koştum. Bu benim gerçek anlamda ilk koşumdu. O gün hissettiklerimi unutamıyorum. Arkadaşlarımla birlikte “biraz eğleniriz, koşamasak da yürürüz” diye katıldığım koşuyu, ara ara yürüyerek 42 dakikada tamamlamıştım. Çok keyif alarak, ağzım kulaklarımda ve yüzüm pancar renginde ulaştığım bitiş çizgisinde, gördüğüm tanıdığım herkese “koştum ben!” demiştim. Koşabiliyormuşum tabii ki. Ama bu değilmiş önemli olan. Ben en son çocukluğumda koşmuşum. Hissettiğim mutluluk, heyecan, sonraları bağımlısı olacağım coşku hâlini (ki ona kendi aramızda “endorfin patlaması” diyoruz 🙂 ) meğer en son çocukluğumda sokaklarda koşarken hissetmişim!
Neden koşuyorsun dediklerinde hep bunu söylüyorum, hâlâ. Çünkü koşarken çocukluğumdaki tasasız, dertsiz, ağzı kulaklarında, aklı bir karış havada hâlime dönüyorum. Sadece bana ait, kimsenin elimden alamayacağı bir küçük özgürlük bu belki de. İyi ki de öyle…
Ben koşmaya o gün âşık oldum. Dedim ki, yıllardır aradığım, sevebileceğim egzersizi buldum, yaşasın! Hareket etmeyi seven, çocukluğundan bu yana dans etmekten keyif alan, sokaklarda koşarak büyümüş ancak ne yazık ki spor kültürü aşılanmamış bir çocuk olduğu için sonradan sporla ilgilenen biri olarak neler denememiştim ki… Evde kendi kendime yaptığım, doğru yapıp yapmadığımı bilmediğim DVD egzersizleri mi dersiniz, grup dersleri mi, pilates mi… Kalbimi hızlandıran kardiyo dersleri hariç, hiçbirini sevmemiştim. Yüzmeyle aram yoktu, bisikletle de öyle. Sonunda sadece düzenli olarak tempolu yürüyüş yapmaya başlamıştım. O kadar çok yürümüştüm ki, artık “kesmiyordu” belki de.
İşte o yüzden Nike’ın düzenlediği ve sadece kadınların katıldığı o koşu benim için harika bir başlangıç oldu. O kadar keyif almıştım ki, “aradığımı buldum” diye düşünmüştüm, başka da bir şey yapmama gerek yok… 37 yaşındaydım, 48 kiloydum ve haftada beş gün koşmaya başlamıştım. Kimse de dememişti ki bana, “Sibelcim acaba senin eklemlerin, kasların ne durumda, sen yeterince güçlü müsün? Yeterince besleniyor musun? İyice dinleniyor musun? Haftada 40 km koşuyorsun iyi güzel de, bedenine ne yapıyorsun acaba?”
Bilmiyordum ki… Koştukça güçleneceğime inanıyordum. Üstelik bir koşu koçundan da haftalık program alıyordum. Yoruluyor, işle ev ve spor hayatı arasında denge kuramıyor, yeterli beslenemiyor, ama yine de koşabildiğimi gördükçe devam ediyordum. Bu böyle uzun sürmedi elbette… Birkaç ay sonra koşmak artık beni mutlu etmemeye başladı. Daha doğrusu, sadece koşu esnasında mutlu olmaya başladım. O kadar yorulmama rağmen uyuyamıyordum, ertesi günün yemek hazırlığına vaktim kalmadığından dışarıda ne bulursam onu yiyordum, kronik olarak yorgundum, keyifsizdim. Daha kötüsü, merdiven çıkıp inerken dizlerime iğneler saplanmaya başlamıştı. En basit egzersizleri bile dizlerim acıdığı için yapamaz hâle geldiğimi ve dizlerimde ödem belirtisi olan şişlikleri fark ettiğim gün paniğe kapıldım. Bir şeyler yanlıştı işte. Belliydi ki, kabullenmesi zor olsa da sakatlanmıştım.
Sonrası birkaç farklı doktor ziyareti, MR, fizik tedavi ve ilaç tedavisi. Biraz daha bu tempoda devam etseymişim menisküs yırtılması ile karşı karşıya kalacakmışım, sinyalleri tam vaktinde alıp durmuşum yani. Doktorum kondromalazi patella (koşucu dizi) teşhisiyle en az bir ay koşuyu yasaklamış, üstelik bir de beni azarlamıştı: “Koşmaya 37 yaşında başlamışsınız, bu sonuç çok normal. Bahsettiğiniz mesafeleri koşmak için genç yaşlarda başlamış olan bir sporcu olmanız lazım. Oturarak çalışan sizin yaşınızdaki bir kadına göre değil bu.” Teşekkürler doktor!
Bu “moral verici” gelişmelerle birlikte, günde üç kez dizlerime buz torbaları koyduğum, koşudan yürüyüşe geri döndüğüm bir sürece girdim. Baş ucumda Haruki Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım kitabı duruyordu, okudukça ağlıyordum. İçimdeki ufak anksiyete canavarı uyanmıştı ve “ya bir daha koşamazsam, ya koşmak bana göre değilse” endişeleriyle uykularım kaçıyordu. Kalıcı bir sakatlığım olacağına dair yazdığım felaket senaryolarından bahsetmiyorum bile…
Şükürler olsun ki dizlerim yavaş yavaş iyileşti. Bir ay sonra, haftada 2-3 gün, kısa koşular yapabilir hâle gelmiştim. Bir müddet sonra da bir kişisel eğitmenle çalışmaya başladım. Hocam beni dinledi, hikâyemin tümüne ve hedeflerime kulak verdi, buna uygun olarak öncelikle güçlenme çalışmaları yapmamız gerektiğini söyledi. Dizlerime ekstra dikkat ederek, fazla yük bindirmeden güçlenmeme odaklandık. Artık haftada 3 gün hocamla birlikte fonksiyonel egzersizler yapıyor, 1 gün de hiç acele etmeden yavaş tempo koşuya çıkıyordum. Başta 10 km’lik mesafeyi hiç yürümeden tamamlamak benim için bir hayaldi. Güçlendikçe hızlanmaya da başladım.
Koşmaya başladığımdan bugüne geçen yaklaşık 3 yılda birçok 5K, 7K, 10K yarışına katıldım. 10 kilometreyi en son sakatlık öncesi geçtiğimden, 10K üzeri mesafelere karşı fobi geliştirmiştim. Bu yüzden ilk kez 12K koşabildiğimde (ve dizlerime bir şey olmadığında) tamam dedim, bu eşiği geçtim artık, gerçek hayalime odaklanabilirim 🙂 Böylece geçtiğimiz yıl yapılan İstanbul Maratonu’nda ilk kez 15K kategorisinde koştum. İyi bir dereceyle tamamlayabildiğim bu koşunun ardından ilk işim, bu yıl Antalya’da düzenlenen Runatolia’da yarı maratona kayıt yaptırmak oldu.
Şimdilerde 4 Mart’taki bu yarış için gün sayıyorum. 3 aydır hazırlandığım 21 kilometrelik bu yarışı umarım sağlıkla, keyifle tamamlayabilirim. Artık hızlı olmanın değil, dayanıklı olmanın ve yola devam edebilmenin önemli olduğunu biliyorum. Bir de kendimi kimse ile, hatta kendimle bile kıyaslamamam gerektiğini! Bazen tempom düşüyor, bazen ne olduğunu ben bile anlamadan artıyor. Kimi gün 10K’yı uçarak tamamlarken, kimi gün kısacık bir koşuda ayaklarımı sürüyebiliyorum. Bazı günler antrenmanı kaçırdığım da oluyor elbette. Ama bahaneler bulmuyorum. Çünkü bir şeyi gerçekten istediğinizde, bahanelerinizden özgürleşiyorsunuz. En güçlü bahanenizden daha güçlü oluyorsunuz.
İşte benim koşu hikayemin ilk satırları böyle…
Yazılacak daha çok şey var tabii, hepsini sırayla yazacağım. Nasıl beslendiğim, et yemediğim halde nasıl kas kazandığım, proteini nereden aldığım çok soruluyor özellikle… Ve bir de nasıl vakit bulduğum, nasıl motive olduğum, nasıl bir antrenman planı izlediğim… Bu konulara da sırayla cevap vereceğim. Başka merak ettikleriniz olursa lütfen yorum bırakın, onları da yazılacaklar listeme alırım 🙂
Hep dediğim gibi, hayat uzun bir koşu.
Koş Sibel koş!
7 yorumlar
Yazıyı okurken aklıma gelen kesinlikle koşmasaydım yazamazdım ı önermeliyim illaki duymuştur ama belki okumaya henüz fırsatı olmamştr diye düşünürken kitapdan bahsedilen satırlara gelmem ve sabah koşuya nasıl başlanılır adlı yazılar okuyup sevdigim bir bloggerın habersiz kaldığımız süre zarfında koşuya başlaması ve hatta bu konuda yazmak istemesi … Gün güzelleşiyor :))
Umarım hep güzel günlerde buluşuruz bu sayfada 🙂 hayatımın bir geçiş dönemindeyim, umuyorum ki ileride daha fazla yazacağım. Çok sevgiler…
Hemen hemen aynı yıllarda ynı deneyimleri yaşamışız Kendi hikayemi okuyor gibi hissettim. 2015 de ilk defa 10 km koştum ve o kadar çok mutlu oldum ki. Üstelik 43 yaşında, yaptığı bütün spor parkta yürümek olan bir kadın olarak. Devam ettim kendimce hiç bırakmadım. Kendi yaş grubumda 2017 Marmaris koşusunda 21 km de 2, lik, Çanakkale Koşusunda 21 kmde 1.lik aldım. O kadar yoruluyordum ki yorgunlukla aldığım keyif birbirini karşılıyor ama hayata yetişemiyordum. Sonunda 45 kiloya kadar düştüm. Hiç hasta olmadım ama o kronik yorgunluk bir süre ara vermeme neden oldu. Şimdi yavaştan yavaşta. 5-10 başladım. Hedefim Stockholm yarı maratonu. Yine de seni en çok mutlu eden ne diyor sorsalar 1. okumak 2. koşu derim. Murakami’nin kitabı haricinde Jean Echanoz – Koşmak kitabını şiddetle öneririm. Sevgiler,
Çok mutlu oldum sizi tanıdığıma. Benim için de koşmak ve okumak ilk sıralarda geliyor, ne güzel. Murakami’yi okudum, diğerini de hemen alıyorum o zaman. Sırada Taner Damcı’nın “Koşuyorum Öyleyse Varım” kitabı var benim de. Çok sevgiler…
Canım Sibel… Severek ve gönülden isteyerek yapılan herşey ne kadar da iyi hissettiriyor insana değil mi? 4 Mart taki yarışta başarılar diliyorum sana. Gönlünce sonuçlanır umarım.
Sanem Y.
Öncelikle; azminizden dolayı kutluyorum sizi istemek,sevmek,zarar vermeden hırslı olmak ve başarmak…👏🏻Bende yağmur çamur dinlemeden spor salonuna gidip spor yapan biriyim spor yapmak başka bir aşk yaptıkça mutlu oluyor insan bunun yanında sizin gibi zoru başaran bir insanı tanımak çok değerli☺️Dergideki yazınız yine harika🙂Gerçekten motive edici yazılarınızın devamını bekliyorum🙋
Çok teşekkürler Arzu hanım! Siz de harikasınız! Sevgilerimle…