İlkler hep heyecanlıdır, hep güzeldir, hep karın ağrıtır, hep hep hep…
Tüm duyguları bir arada yaşatır. Bilinmeyenin yanı sıra gelen soru işaretleri, sonuçta yerini noktalara veya ünlemlere bırakır. Ama asla unutulmaz. Kişisel tarihinizde size özel, biricik yerini alır ve hep hatırlanacağı, saklanacağı, anlatılacağı anılar yığınına karışır…
İlk yarı maratonum da benim için böyle oldu.
Koşmaya ilk başladığım zamanlarda hayal bile edemediğim bir mesafeydi 21 kilometre… 5 kilometrelerin zor tamamlandığı, sonrasında günlerce bacak ağrısı çekilen, dizlerin sızladığı, nefesin kesildiği zamanlarda bu kadar uzun mesafeleri “insan” nasıl koşar diye düşünürdüm. Hoş, şimdi de aynısını 42 kilometrelik maraton için düşünüyorum 🙂 Hep bir eşik aşıyor insan çünkü. Eminim ki bir gün maraton koşsam; maraton mesafesinin ikiye, üçe, dörde katlandığı “ultra” nasıl bir şeydir diye düşünmeye başlarım. Şimdilik onu düşünemiyorum bile, algımın sınırlarını aşıyor!
Filmi başa saralım…
Bu yıl 13. kez düzenlenen Runatolia Maratonu’na ben ilk kez katılıyordum. İlk yarı maratonu koşmak için mükemmel bir parkur olduğunu duyduğum için çok fazla endişem yoktu. Tek dileğim zorlayıcı koşullarla karşı karşıya kalmamaktı. Sürpriz bir soğuk algınlığı, fırtınalı bir hava ya da (Allah korusun) bir sakatlık gibi… Antalya’ya indiğimizde hava oldukça bulutlu, rüzgârlı ve serindi. Yarış kitimi teslim aldıktan sonra, kit dağıtım merkezine çok yakın olan falezlerde aldık soluğu.
Nasıl muazzam bir manzara!
Nefesimiz kesilerek izledik bir süre bu güzelliği…
Sonra yürüdük, parktaki kedileri ve köpekleri sevdik, belediyeye ait çay bahçesinde soluklanıp karbonhidrat depolarımı doldurduk, bol bol fotoğrafla birlikte mis gibi havayı da içimize çektik.
İlk kez geldiğimiz Antalya güzeldi evet ama…
Ama bütün işaretler, sanki er veya geç kopmak üzere olan fırtınayı ve tepemize indirmek üzere olan sağanak yağmuru gösteriyordu! Ben kitlesel iyi dileklerin gücüne inanırım. Hep birlikte totem yapılırsa her şey mümkün olabilir:) Eminim ki ertesi gün yarışa katılacak olan herkes, yağmur yağmaması (en azından sağanak hâlinde olmaması) için dua etti o gün. Ve gerçekten de bir mucize oldu. O kapkara bulutlara, fırtına habercisi rüzgâra ve havadaki ağır neme rağmen, bir damla yağmur yağmadı!
Koşu öncesindeki akşam yemeğinde her zaman yaptığım gibi makarna yiyerek karbonhidrat faslını kapatmıştım.
Sabah için ise iki dilim ekşi mayalı beyaz ekmek (koşarken sindirim sisteminizde fazla lif olmasını istemezsiniz:) arasına katkısız fıstık ezmesi sürdüm, yarım muz dilimleyip sandviç yaptım. Yarıştan iki saat önce yaptığım kahvaltı bundan ibaretti. Çay veya kahve kesinlikle yok. Vücudu susuz bırakan hiçbir şey iyi değil. Kahve içip iyi koştuğunu söyleyenler olsa da, benim sistemimden hemen çıkmak isteyen kafein benden uzak dursun diyorum. Bu bilgiler zamanla, tecrübeyle geliyor aslında. Başka bir yazıda daha uzun anlatırım; kısaca, koşudan önce midem hafifse ve alışkın olduğum, bana enerji veren ufak bir atıştırmalık yediysem rahat ediyorum.
Gece belki dört ya da beş saat uyudum. Tüm önemli yarışların öncesinde olduğu gibi. (Hoş, ertesi sabah farklı bir antrenman yapacaksam bile heyecanlanır ve iyi uyuyamam ben.) Neyse ki yarışın bir gece öncesi çok önemli değildir, birçok koşucu o gece uyuyamaz. Önemli olan, yarış haftası iyi dinlenebilmiş olmaktır. Özellikle de son iki-üç gece iyi uyumuş olmak… Neyse ki son antrenmanımı Perşembe sabahı yaptığım için yorgun sayılmazdım. Kas ağrılarım neredeyse geçmişti, Pazar sabahı oldukça dinç uyandım. Bir haftadır koşmuyordum ve startı beklerken okul bahçesine doğru depar atmak için teneffüs zilini bekleyen öğrencilerden hiçbir farkım yoktu:) Olduğum yerde zıplayıp dans ederek ısınırken, kanıma pompalanan adrenalinin de etkisiyle fight or flight moduna çoktan girmiştim 🙂 Tabii ki savaşacağım bir şey yoktu, kendimle bile mücadele etmemeye kararlıydım ama nihayetinde bir “yarış”tı bu ve ister istemez bir mücadeleye girecektim.
Start verildiğinde nihayet serbest kalmanın ve önümde uzanan parkurda yüzlerce, binlerce insanla birlikte koşmaya başlamanın keyfi sardı içimi. Başlangıçlar çok güzeldir! Henüz beden dinçtir, coşku tavandır, kalabalığın enerjisi seni sarmıştır… Start noktasındaki müzik yavaş yavaş benden uzaklaşırken ve önceden hazırladığım playlist’imden en sevdiğim koşu şarkılarım birbiri ardına çalarken, ben de hızımı aldım.
Antalya halkı caddeler boyunca, balkonlarından ve kapı önlerinden alkışlarıyla destek veriyordu bize. Her 2,5 kilometrede bir su istasyonu vardı ve bu gerçekten bulunmaz bir nimetti. Böylece hemen her istasyonda sadece birkaç yudum olmak üzere su içerek ama hiçbir noktada durmayarak koşmaya devam ettim.
YOLUN YARISINDA…
Koşunun ilk çeyreğinde şu düşünceler vardı zihnimde:
Biraz yorgun muyum ne? İyi dinlenmedim galiba…
Bileklerim ağrımaya mı başladı? Yok artık!
Çıkmayacak mı yoksa? Hani o “bugün koşu için güzel bir gün değil” günlerinden biri mi bu? Olamaz!
Sonradan, deneyimli bir koşucu arkadaşımdan, bizi evinde misafir eden sevgili Onur’dan öğrendim. Koşunun ilk kilometrelerindeki “hamlık” duygusu aslında iyi dinlenmiş olduğunun bir işaretiymiş. Bilsem hiç takılmaz, güle oynaya devam ederdim! Halbuki o an nasıl endişeler sarmıştı içimi… Neyse ki artık biliyorum:)
10. kilometreye geldiğimde yolu neredeyse yarılamış ve 10K eşiğini aşmış olmanın verdiği bir rahatlık geldi tabii ki. Tam o esnada cebimden çıkarıp ağzıma attığım kocaman bir hurma da tam ihtiyacım olan enerjiyi verdi bana. Hemen kana karışan “gerçek” şeker… Koşucunun en iyi dostu! Jeller, sporcu içecekleri, takviyeler kullanmıyorum ben. Karşıyım demeyeyim, belki bir gün denerim ama doğal besinlerden enerji almak daha iyi geliyor bana. Hurmanın üzerine de doğal enerji besini tanımıyorum.
O bir tek hurmadan mı, yolun hafif aşağı doğru eğim yapmasından mı, “başaracağım” hissinin geri gelmesinden mi bilmem, o noktadan sonra 15. kilometreye kadar adeta uçarak koştum. Ortalama tempomu kontrol ettiğimde 10K tempomun bile üzerinde olduğumu görmek daha da motive etti beni. Kendi kendine konuşan ve bu esnada anlamsızca sırıtan bir koşucu gördüyseniz oralarda bir yerde, işte o bendim 🙂
“ASIL YARI MARATON 18K’DA BAŞLAR”
Koşudan birkaç gün önce gittiğim, Nike’ın yeni koşu ayakkabısı React’ın lansmanında karşılaştığım sevgili hocam Mehmet Çetin, ilk yarı maratonumu koşacağımı söylediğimde en fazla kaç koştuğumu sormuştu. 18’e yaklaştım dediğimde de “asıl yarı maraton 18K’dan sonra başlar” demişti. Son 3 kilometre boyunca aklımdan çıkmadı bu cümle. Ama ben iyi tarafından aldım, yani “yapamayabilirim, çok zor” duygusuna kapılmadım. “Başlarsa başlasın bakalım!” dedim 🙂 Bir noktadan sonra zihninle koşuyorsun çünkü, hep buna inanırım ve bunu söylerim. Bedenin bir yere kadar “mantık” sınırları çerçevesinde algılıyor yaptığın şeyi. Bir noktadan sonra yoruluyor, canın acımaya başlıyor, bitkinlik hissediyorsun ve normal şartlarda bırakman gereken bir şeyi inatla sürdürüyorsun. Kendine meydan okuyorsun! İşte burada zihin devreye giriyor. Zihnin seni durdurabildiği gibi, bir zamanlar imkânsız görünen mesafeleri koşmanı da sağlayabiliyor.
Son 6 kilometre…
Kendimi “hadi kızım yaparsın sen bunu, daha önce 18’e kadar geldin, geriye kalıyor 3 kilometre, nedir ki?” diyerek motive etmek, yol kenarlarında ellerini uzatarak bize dokunan minik çocuklardan güç almak, cebimdeki ikinci ve son hurmayı adeta cennet meyvesiymiş gibi mutlulukla yiyerek bana enerji vermesini dilemek, 17. kilometre civarında su alırken “hadi kızım 4 kaldı geriye” diyen bir amcaya sarılmak istemek, artık acımaya başlayan ayak parmaklarıma “lütfen devam edin ayaklarım lütfen” demek ve kimi an “yeter bitsin artık” derken kimi an “koşuyorum yahu, daha da koşarım!” coşkusuna kapılmak…
Bütün bunların bir arada olduğu, saniyeler içinde değişen duygu ve düşüncelerin eşliğinde koştuğum finish… Nihayet o köprünün altından geçtiğimde genç bir kızın boynuma madalya taktığı an… Şu an bunları yazarken bile dolan gözlerim!
Yarı maraton bambaşka bir şeymiş…
Bitiş noktasında nefesimin normale dönmesini beklerken hissettiklerimi anlatmam galiba mümkün değil. Mutluluk, gurur, özgüven, neşe, coşku, heyecan… “İçi içine sığmamak” deyiminin tam karşılığı belki de. Madalyamla mutluluk pozları verirken, daha yarım saat öncesinde yaşadığım “bitsin artık” hissine karşılık gelen hiçbir olumsuz düşünce kalmamıştı kafamda. Tek düşündüğüm, başardığımdı. Ve koşmaya devam edeceğim!
Runatolia’yı 2 saat 21 dakikada, kendi yaş kategorimin 52. si olarak bitirdim.
Ortalama 6.45 pace ile, ki bu pace benim için bu mesafede hayal bile edilemezdi.
Aynı koşu içinde PB (personal best – kendi en iyi derecem) 5K ve 10K’yı da gördüm. Bir anlamda kendimi aştım. Teşekkürler hayat, bedenim ve hayallerim!
Bu yazıyı bitirirken ayrıca teşekkür etmem gereken üç kişi var…
Öncelikle, hafta içi erkenden uyuma ve hafta sonu erkenden kalkma sebebim olan antrenmanlarımı anlayışla karşılayan, dönüşümde bana kahvaltılar hazırlayan, yarış öncesi yaşadığım ve yaşattığım strese sabreden sevgili eşim Fırat Yeşilçay…
Başaracağıma benden fazla inanan, beni güçlendirmek için tam da ihtiyacım olan antrenmanları yazan, bir daha sakatlanmayayım diye ne yiyip içtiğimden nasıl dinlendiğime kadar hayatımla ilgili her detayı gözeten, akıl veren, destek olan sevgili hocam Çağdaş Cemre Kılıç…
Bana “hayallerin için koş” diyen, bunun için nasıl beslenmem & hangi takviyeleri kullanmam gerektiğini söyleyen, tüm hazırlık süreci boyunca bana hem iyi gelecek, hem de hayat tarzımla mükemmel uyum sağlayacak diyet planını yazan sevgili diyetisyenim & dostum Elvan Odabaşı…
Onlar olmasaydı bu kız yine başarırdı belki ama kendini çok yalnız hissederdi.
İyi ki varlar! Ve ben iyi ki onların desteğiyle koşuyorum.
Daha nice koşulara!
2 yorumlar
Tebrikler ne güzel insanın kendini aşması bendede sizdeki azmin miniciği olsa ah ah spor hiç yok hayatımda ve vücudumda ki batmalar iğne gibi çok rahatsız edici boyutlarda biryerden başlamam lazum ama yok azim hiç yok😞😢
Merhaba Dilek! Aslında hiç gözünde büyüttüğün kadar zor değil. Günde 15-20 dakikalık yürüyüşlerle bile başlayabilirsin. Kulaklıklarını takıp sevdiğin müzikleri dinleyerek yürü, çok keyif alacaksın. Sonrasında o kadar iyi hissedeceksin ki her gün yapmak isteyeceksin bunu. Hadi gayret. Kocaman sevgiler… 🙂